Diğer Bloglarım:
Nasreddin Hoca Osmanlıca Ebru Sanatı Muhlis Yalaka Makaleler / koksalciftci@hotmail.com
[Karikatürlerini kullanmama izin verdiği için Erdil Yaşaroğlu'na teşekkür ederim...]

Eşeğe Ters Binme - Ceza mı, Şaka mı?


Baştan söyleyelim:
Eşeğe ters binme / bindirme, hem ceza, hem şaka.
*
Nasreddin Hoca'nın en akılda kalan şakası, eşeğe ters binme şakasıdır ve halk arasındaki öykülenişi yaklaşık şöyledir:
Bir cuma namazı çıkışında evine gidecek olan Hoca, cami kapısında bekleyen emektar eşeğine ters biner. Şaşkınlık içindeki cemaattan komşusunun biri dayanamaz, nedenini sorar, Hoca da:
- Düz binip önünüze geçseydim size sırtımı dönüş olurdum, sizi öne alsaydım ben arkada kalırdım, der.
*
İşin içinde görüntü komiği olduğu bir gerçek.
Bu görüntüye bugün biz, kişi isteyerek eşeğe ters binip hoş bir şaka yaptığı için gülüyoruz.
Dedelerimizse aynı görüntüye, sık kullanılan bir suçlu cezalandırma yöntemi olduğu için gülerlerdi.
 Leipzig yenilgisi sonrası 1814'te Napolyon, Elbe Adası'na
sürülür. Haber basında bu karikatür eşliğinde verilir.
İlginç olan, İslami yöntemdeki gibi ters binilmiş eşeğin
kuyruğunun Napolyon'un eline verilmiş olmasıdır.
Günümüzde bu cezayı artık kimse uygulamıyor.
*
Ceza, eski toplumlarda önemli bir yasal düzenlemeye sahip olduğundan, suçluyu eşeğe ters bindirmek için mutlaka kadı / yargıç kararı gerekirdi. Cezanın kapsamına; hırsızlık, dolandırıcılık, yalancı şahitlik, iftira, zina, gibi yüz kızartıcı suçlar girerdi. Ceza, yaygın olarak tüm İslam ülkelerinde; özel olarak Fatımi, Selçuklu, Osmanlı toplumlarında uygulanırdı. Haçlı Seferlerinin ardından Batı Avrupa ülkelerinde de eşeğe ters bindirme yöntemi yaygınlaşmıştı.
Cezadan amaç, suçluyu toplum içinde onursuz ve gülünç duruma düşürerek ıslah etmekti.
*

Osmanlı'dan geriye giderek konuyla ilgili birkaç örnek verelim:
1-
Osmanlı'da Eşeğe Ters Bindirme Cezası
a-) Evliya Çelebi'de: 
Evliya Çelebi Seyahatname'sinin 1. cilt 2. kitabının  45. bölümünün Samurkaş Kolu adlı 12. başlığı altındaki anlatıyı paylaşmakla yetineceğiz. Konu, Mukallit / Taklitçi / Güldürücü Esnafı ayrımıyla verilmiş ve sözü edilen, bir mahkeme uygulamasının sokakta yeniden canlandırılışı; şöyle:
Ters bindirme cezasının Osmanlı'da uygulanışını gösteren
temsili resim. Başına işkembe geçirilmiş suçlu, eşeğe
/ katıra ters bindirilir, kuyruk eline verilir, suçunu anlatan
görevliler eşliğinde kentin sokaklarında dolaştırılırdı.
"Bir Çingene avradını bir Yahudi ile (zina hainde / kç) tutup Yahudi'ye ve Çingene karısına işkence edip söylediklerinde (itiraf ettiklerinde / kç) ve Çingene karısını necisli (dışkılı / kç) işkembe ile ters eşeğe bindirip Yahudi'yi de bir (başka ters / kç) eşek üzere siyaset (sokakta teşhir / kç) ile geçirip bir hay-hu ile taklit ettiklerinde insan gülmekten bayılır." (YKY, s 649)
b-) Pargalı İbrahim Paşa'da:
Pargalı İbrahim Paşa, Kanuni'nin çocukluk arkadaşı ve veziri. 1526'da Mohaç Savaşı dönüşü Herkül, Apollon ve Diana'ya ait üç bronz heykeli Kanuni'nin izniyle gemilere yükleterek Budin'den getirtip sarayının önündeki Hipodrom / Atmeydanı'na diktirtir. Halkın büyük ilgi gösterdiği bu heykeller bazı muhalif çevreleri rahatsız eder. Dönemin ünlü hicivci şairi Figani "İki İbrahim geldi dünyaya, biri put yıktı, biri put dikti" içerikli iki beyit yazınca, İbrahim Paşa çok kızar, şairi Mahmutpaşa'daki evinden aldırtır, başındaki işkembe ile eşeğe ters bindirterek İstanbul sokaklarında dolaştırtıp, sonunda da 1532'de idam ettirir. (Hammer, Muhteşem Süleyman, s 48-49)
2-
Selçuklu'da Eşeğe Ters Bindirme Cezası
a-) Mevlana'da:
Mesnevi'nin VI. cildinin 1314. ile 1589. beyitleri arasında "Tıbbın İyileşmesinden Ümidini Kestiği Hastanın Hikayesi" başlığı altında aktarılan öykünün bir bölümü özetle şöyledir:
Osmanlı'nın son zamanlarına dek Nasreddin Hoca hep
büyük kavuğuyla eşeğe düz binmiş şekilde resmedilmiştir.
Cumhuriyet'le birlikte Hoca eşeğe artık ters biner.
Hastanın biri doktora gider, nabzını yoklatır. Doktor kurtulma ümidinin olmadığını, bundan böyle sınır koymadan dilediğini çılgınca yapması önersinde bulunur. Hasta nehir kıyısına gider, yüzünü yıkamakta olan gürbüz bir adamın ensesine tokat atar. Karşılık verecek olsa elinde kalacağından korkan adam, tokatçıyı eteğinden tutarak sürükleyip kadının huzuruna çıkarır ve 'Bu ters giden eşeği, eşeğe (ters / kç) bindirip dolaştır, veya kırbaçlatarak cezalandır' der."
b-) Nasreddin Hoca'da:
Çaylak lakabıyla anılan ünlü Osmanlı mizah yazarı Mehmet Tevfik 'in Hazine-i Letaif adlı eserinde ise olay daha ayrıntılıdır ve o da özetle şöyledir: Hoca Kadı ile sohbet ederken içeriye yalancı şahitlik etmiş bir suçlu getirilir. "Herifi merkebe ters bindirüb şehri dolaştırmak lazım gelir." Ceza, mahkeme kapısında hazır olduğundan Hoca'nın eşeği ile uygulanır. Ertesi gün yine aynı suçlu getirilir, kadı adam göndererek Hoca'dan eşeğini ister. Hoca da  'Varınız herife söyleyiniz, ya bu sanattan vaz geçsin, yahut ihtiyaten yanında bir merkep bulundursun.' der.
3- 
İslam'da Eşeğe Ters Bindirme Cezası
a-) Fatımi Devleti'nde:
Ters bindiği kedinin kuyduğunu tutan
bir sapkın. Gravür, Ortaçağ Hıristiyan
yaşamını anlatan metinler için çizilmiş.
996 yılında babası öldüğünde 11 yaşında olan Hakim bi-emrillah Mansur, Fatımi tahtına oturup halife olduğunda çocuk oluşunu fısat bilen muhalifleri pek çok karışıklık çıkarır. Yaşına karşın insiyatifli olan genç Mansur, tüm sorunları çözer; bazılarında ise şiddet uygular. Şam valisi Mağribi, muhaliflerin en serti olduğundan onu bir eşeğe ters bindirip şehri gezdirttikten sonra idam ettirir.
b-) Peygamber Döneminde:
Olay özetle şöyle gerçekleşir:
Evli bir Yahudi kadınla evli bir Yahudi erkek zina eder. Cezalarının İslam Peygamberi tarafından verilmesini isterler. Peygamber'e suçlulara nasıl bir ceza uygulayacağı sorulur. O da onlara: "Musa'ya Tevrat'ı indiren Allah adına soruyorum, evli iken zina edenin cezası Tevrat'ta nedir?"diye sorar. Onlar da şu yanıtı verirler: "Yüzü kül ile karartılır, değnek vurulur ve onlar ayrı ayrı iki eşeğe ters bindirilerek dolaştırılır." (Dimaşki, Peygamber Külliyatı, c 3, s 541-542)
*
Sonuç Olarak
Kaynaklar gösteriyor ki, eşeğe ters binme / bindirme olgusu, geleneksel yapı içerse de İslam toplumunda hukukla düzenlenmiş bir ceza yöntemi. Müslüman şaka kahramanı özelliği taşıyan Nasreddin Hoca'nın eşeğe ters binmiş olması da bu bağlamda ele alınmalıdır.
Buna göre Hoca:
1-) Ya eşeğe ters binerek görüntü komiği yaratmış, çevresindekileri eğlendirmiştir;
2-) Ya da Mevlana ve diğer Nasreddin karşıtları, insanların hafızasında kalıcı bir suçlu olgusu yaratabilmek için eşeğe ters binmiş Hoca fıkrası üretmişlerdir.
Olguyu Selçuklu'nun çalkantılı tarihsel ortamı içinde değerlendirdiğimizde ve dönemin politik kişiliklerinin tutumuna baktığımızda ikinci şık bize daha tutarlıymış gibi gelmektedir.

Sicilyalı Giufa (Cufa) da Kazan Doğurdu Diyor


Giufa, Sicilya halkının çok sevdiği bir fıkra kahramanıdır.
Örnek olması açısından birkaç şakasını özetleyelim:
• Giufa komşusundan ödünç kazan alır, iade ederken içine küçük bir tencere koyup "doğurdu" der. Yeniden ödünç alır, bu kez komşu malını istemeye geldiğinde "Öldü" der.
• Giufa kuyuya düşmüş ay görür, hemen kovayı salarak kurtarmak ister. İp kopar, Giufa sırt üstü düşer. Ayı gökte görünce, "Düştüm ama ayı da boğulmaktan kurtarıp yerine gönderdim"der.
• Giufa kasabadan on eşek satın alır, birine biner, yolda saymak ister, dokuz çıkar. Tedirgin olup iner sayar, eşekler on adettir. Biner sayar, yine dokuz çıkar.
Bir Sicilyalı çizerin genç "Hoca"sı
• Giufa kasabada dolaşırken acıkır, ekmeğini, bir lokantanın dışarıya çıkan yemek buğusuna tutarak yemeye başlar, lokantacı bunun için para isteyince yargıca giderler, yargıç cebinden bir para kesesi çıkarır, sallar, ses çıkarttırır ve "Al, yemeğin buğusuna paranın sesi" der.
• Çocuk Giufa, annesi kiliseye giderken ona kapının yanından ayrılmamasını tembihler, o da menteşelerinden söktüğü kapıyı sırtladığı gibi soluğu annesinin yanında alır.
• Giufa evini satarken "Şu duvara çakılı çivi benim olmak kaydıyla" der, uygun fiyat nedeniyle alıcı buna razı olur. Giufa çiviye her gün bir şeyler asmaya başlar, son gün içi eşek gübresi dolu bir çuval asar, evin yeni sahibi kokuya dayanamaz ve evi Giufa'ya terk eder, gider.
• Giufa bir gün oğluyla karşı köye gitmek ister. Yolda rastlayanlar eşeğe oğlu binmiş diye terbiyesizlikle, kendi binince kalpsizlikle, ikisi birden binince de vicdansızlıkla suçlarlar. Sonunda Giufa eşeği yedeğine alarak yoluna devam eder.
• Giufa parasız kalır, arka bahçesinde yüksek sesle dua etmeye başlar, "Tanrım bana 100 dinar ver, bir eksik olmaz" der. Bunu duyan komşusu bir kese içindeki 99 akçeyi bahçesine atar, o da "99'u veren 100'ü de verir" diyerek alıp evine girer. (http://tuttoscuola.altervista.org/giufa/statua.htm)
Yukarıdaki özetlenen şakalar size de tanıdık geldi değil mi?
*
Görüldüğü gibi Sicilyalı Giufa'nın şakalarının önemli bir kısmı bizim Nasreddin Hoca'ya aittir.
Hocamızın bu ünlü şakaları, ticari, siyasi ve kültürel açıdan hemen hiç ilişkide olmadığımız bu İtalyan bölgesine nasıl gitmiş olabilir; yoksa gerçeklik tam tersi midir?
*
Olgunun öyküsünün şöyle gelişmiş olabileceğini düşünüyoruz:
900'lü yıllarda Karmatiler'den kopan Ebu Abdullah eş-Şii adlı dai/hüccet, Kuzey Afrika'ya kaçtı ve daha önce onun önderliğinde İsmaili yapılmış olan Berberi/Kutame halkının yanına sığındı. Tunus'un Ağlebi başkenti Rakkade'yi aldı ve İsmaili/Fatımi halifelik devletini kurdu. Bu devletin liderleri kısa süre içinde Mısır'ı fethedecek, Kahire kentini ve Fustat yakınlarında dönemin en entellektüel insanları olan Hüccet/Hocaları yetiştiren el-Ezher üniversitesini kuracaklardır.
Mısırlı bir çizerden Cuha ve eşeği
800'ün başlarında Sicilya Abbasiler'e bağlı yarı bağımsız Ağlabiler tarafından fethedilmişti. Ne var ki 950'li yıllarda Ebu Abdullah eş-Şii güçlenmişti, Sicilya onun eline geçti. Ebu Abdullah eş-Şii adaya dailer/hüccetler/hocalar göndererek halkı örgütlemeye başladı. Pek çoğu Hıristiyan kalan ada halkının günlük yaşamı adım adım İsmaili geleneklerine göre şekilleniyordu.
Artık Sicilya halkı geleneksel İtalyan halkı değildi.
Örneğin, günümüzde bile varlığını sürdüren "mafya" örgütlenmesi tüm görünür unsurlarıyla (ortalama İtalyanların bilmediği baba denen liderlerin elinin öpülmesi, aile sevgisinin ve bağlarının sağlamlığı, teşkilatlanmada aşırı gizlilik, üyelerin savaşçılığı vb) İsmaili örgütlenmesinin aynıdır. Farkları, İsmaililer'in bunlar gibi güce tapmaması, kirli işlere bulaşmaması, para için insan öldürmemesiydi.
Kısacası, 980'lerden sonra Sicilya kültürü, İsmaili kültürü oluvermişti.
İsmaili aydınların ve halkının yaratıp ürettiği özgün Cuha şakaları, işte bu yıllarda İslam coğrafyasından Sicilya'ya geçip Giufa şakalarına dönüşmüş olmalıdır.
*
Günümüz Arapları hala Hoca fıkralarını Güha/Cuha üzerinden anlatırlar ve Nasreddin Hoca'yı bu adlarla tanırlar. Giufa ile Güha/Cuha arasındaki ses benzeşmesi ilginçtir ve olgu sanki Güha/Cuha adları Sicilya aksanıyla Giufa (okunuşu: Cufa) olarak söyleniyor gibi görünmektedir.
*
Cuha, daha önceki yazılarımızda ayrıntıladığımız gibi, Hüccet/Hoca sözcüğünden türetilmiştir.
Hüccet/Hoca sıfatı, İslam coğrafyasında bilgili, aydın, entellektüel olarak kullanılır. Cuha ise bunun tersine, cahil, kaba, görgüsüz anlamı taşır.
900'lü yıllarda İsmaililerle Ehli Sünnet inanlıları arasında birbirlerini öldürecek düzeyde çekişme vardı. Herkes diğerini yeryüzünden silme niyetindeydi. Savaş yalnızca kılıçla yapılmıyordu.
Mizah, alay, yergi de o dönemin etkili silahlarıydı.
1200'lerden sonra Cuha, Hoca olmuş.
İsmaililer o dönem -şimdi de- Ehli Sünnet inanlılarını "cahil" olarak tanımlamaktaydılar.
Üniversitedeki dersleri bile şaka ağırlıklı yürüten İsmaili aydınları bu "cahil" takımını simgeleyen bir tipleme yaratma gereksinimi duymuş olmalılar. Onu en iyi entellektüel Hoca'nın karşıtı olan cahil Cuha sıfatı temsil edebilirdi. Böylece Cuha doğmuş oldu ve kısa süre içinde İslam topraklarında ün yaptı. Bu ün, kuzey Afrika'dan, Suriye'ye, oradan Kuzey İran'a, Horasan'a ve Maveraünnehir'e yayıldı. (1200'lere gelindiğinde Moğol baskısı İsmailileri güçsüzleştirdi, Ehli Sünnet'i güçlendirdi. Öyle gönünüyor ki Ehli Sünnet yanlıları İsmaili kalıntılarını vurmak için aynı fıkraları kullanarak Cuha tiplemesini Hoca kimliği ile yeniden dizayn etmişler.)
980'lerde bir İsmaili toprağı olan Sicilya bu yayılmanın dışında kalamazdı.
Cuha, aynı şakaları yaparak Sicilya'da Giufa olarak yaşamaya başladı.
*
Soru şu: Giufa, Cuha ve Nasreddin Hoca fıkraları bu kadar eski midir?
Evet, bu kadar eskidir.
Örneğin "Karşı kaldırımdan baklava götürüyorlar-Sana ne" şakası, "Kedi buysa et nerede?" şakası, "Bana mı inanıyorsun, eşeğe mi?" şakası, "Şimdi kuşa benzedin" şakası, ipe un serme şakası, bindiği dalı kesme şakası -kaynaklarını daha önce vermiştik- bu döneme, 900'lü yıllara aittir.
*
Sonuç olarak Anadolu'da oluşmuş bazı Hoca şakalarının da bir şekilde Sicilya'ya gitmiş olabileceği olasılığını göz ardı etmeden şunu söyleyebiliriz: Nasreddin Hoca'nın pek çok fıkrası ortak kaynağın ürünüdür ve Fatımi/İsmaili aydınlarının ürettiği harika şakalardır.

Mevlana, Direnişçi Nasreddin'le Neden Çatıştı?


Mevlana'nın babaannesi, Muhammed Harizmşah'ın kızıydıMuhammed Harizmşah ise 1218'de, 500 kadar barış elçisini öldürüp Moğollar'ın İslam topraklarına yönelmesine neden olan Harizm ülkesi sultanıydı. Sultanın akrabası olduğu için Cengiz Han'ın ölüm listesinde yer alan Baha Veled, oğlu Mevlana'yla birlikte Belh'ten ayrılıp Moğol'a en uzak yer olan Konya'ya göçtü. Hace Nasreddin Ahi Evren ise kılıç çekip tahrik ettiği Moğol'u Anadolu'ya, Baha Veled'le oğlunun kendilerini unutturmaya çalıştıkları yere çekiyordu. Mevlana, bir de bu nedenle Hoca'ya düşman oldu.
*
Alaaddin Muhammed Harizmşah (1200-1220), Kızını Mevlana'nın Dedesi İle Evlendiriyor
Ariflerin Menkıbeleri adlı eserinde -dönemin tanıklarından- Ahmet Eflaki konuya ilişkin şunları söyler:
"Tarihçiler ve vakanüvisler (Tanrı onlara rahmet etsin) şöyle rivayet ve hikaye ederler ki: Horasan ülkesinin (Harizm'in) padişahı ve Celaleddin Harizmşah'ın amcası (doğrusu babası, fakat amcası Rükneddin diyen de vardır) Alaaddin Muhammed Harizmşah ..vezirine danışarak: 'Bizim kraliçenin bir dengi bulunmayınca ne yapmalı?' ..Vezir de: 'O (damat adayı) bilgin senin başkentin Belh şehrinde ..olan Celaleddin Hüseyin Hatibi hazretleridir.' ..Vezir, padişahın müsaadesiyle ..Celaleddin Hatibi'yi ziyarete geldi. ..O günlerde tantanalı bir düğün ve tören yaparak hakkı (prensesi), layık olana verdiler. ..Rivayet ederler ki: Dokuz ay sonra (Mevlana'nın babası) Baha Veled hazretleri dünyaya geldi. O iki yaşında iken babası Hüseyin Hatibi öldü.' (Eflaki, c. I, s.1-4)
Baha Veled, Dedesi Muhammed Harizmşah'ı Aşağılıyor, Moğol'u Övüyor
Yıl 1217 ya da 18. Moğol tehdidi altındaki dedesi Muhammed Harizmşah, artık bir oğul sahibi olan torunundan yardım istiyor. Olasılıkla elçilerini öldürüp başlarına Cengiz Han önderliğindeki Moğol belasını sarmış olmasını bağışlamamış olan torun Baha Veled, olumsuz yanıt veriyor ve ülkeyi terk etmek üzereyken dedesinin yüzüne karşı şu acı sözleri söylüyor:
"'İşte ben şimdi gidiyorum, fakat malumun olsun ki, benim arkamdan Tanrı'nın ordusu olan, iyi teçhiz edilmiş, çekirge gibi dünyaya yayılan ..Tatar (Moğol) ordusu sana ulaşacak. Horasan ülkesini zaptedecek, yüz bin dert ve bela ile (o dönemin) padişahı (olacak olan oğlun Celaleddin'i) kendi ülkesinden çıkaracak ve neticede sen Rum ülkesi sultanının elinde (gıyaben) öleceksin.' dedi." (Eflaki, c. I, s. 11
Dede yüzüne karşı küçümsenir, bile bile kıyıma terkedilirken işgalci Moğol ordusunun saygı ve sevgiyle anılışı dikkat çekicidir.  Göç Sırasında Mevlana henüz 5 yaşındaymış.

Belh'te Kalan Akrabalarının Moğol Tarafından Öldürülmesi Baha Veled'i Etkilemiyor
Süt annesini, kızkardeşini ve yakın akrabalarını sahipsiz ve korumasız bırakarak yollara düşen Mevlana'nın babası Baha Velet, Bağdat'ta da kendini güvende duyumsamıyor, korku ağır basıyor ve yönünü Mekke'ye çeviriyor:
"Baha Veled daha Bağdad'dan hareket etmişti ki Cengiz'in beş yüz bine yakın Moğol askeriyle Belh'i muhasara etmiş olduğu ve Horasan'ın bu kadar şehrini harap ve yağma ettikleri, sayısız esir aldıkları haberi geldi. Derler ki: Cengiz Han Belh üzerine yürüdüğü vakit, Belhliler büyük bir savaş vererek karşı koydular. Cengiz'in Tulihan'dan olan Çağatay adındaki oğlu bu savaşta öldü. Bunun üzerine Cengiz Han çok üzüldü. Büyük ve küçüklerden ele geçirdiklerini öldürmelerine, hamile kadınların karınlarını yarmalarına, şehrin bütün hayvanlarını kurban ederek Belh'i yerle bir etmelerine dair kanun çıkardı." (Eflaki, c. I, s. 17-18)
Yanlız bırakılan akrabaları Belh'te can verirken Mekke'den dönen baba Baha Veled, Şam üzerinden ilerleyip önce Kayseri'ye, sonra da Konya'ya ulaşıyor. Konya sultanı Alaaddin Keykubat onu bizzat karşılayıp sığınma hakkı ve yerleşmesi için toprak veriyor.

Baha Veled, Öz Dayısı Celaleddin Harizmşah'ın Öldürülmesi Haberinden Mutlu Oluyor
Öte yandan Muhammed Harizmşah'ın oğlu Celaleddin Harizmşah, Cengiz Han'ın elinden, İndus Nehri'ne atlayarak kurtulmuş, Hindistan'da yeni bir ordu kurarak Güney İran üstünden Anadolu'ya ulaşıp bir sığınak, bir yurt edinmeye çalışıyordu. Baha Velet, Moğol'u Anadolu'ya yönlendirdiği için bu öz dayısına düşman olmuş, 1231'de öldürülünce sevinerek dualarla şu talihsiz sözleri söylemiştir:
"Tam o sırada Sultan Alaaddin Keykubat Şam Sultanı Melikül Eşref'le birlikte Erzincan'ın yukarısında bulunan Yassı Çimen mevkiinde Harizm askerini yendi. (dayı Celaleddin) Harizmşah Harput tarafına kaçtı ve Kürtlerin elinde öldürüldü. Zulmeden kavmin kökü kesildi. Alemlerin rabbi olan Tanrı'ya hamdolsun." (Eflaki, c. I, s. 19)
Mevlana, Babası Baha Veled'in Yolunu İzliyor, Nasreddin Hoca'ya Düşman Oluyor
Elçi katili dede Muhammed Harizmşah'ın akrabası olması gerekçesiyle Moğol'un kıyım listesinde olmak, Baha Veled ve oğlu Mevlana'da korkudan ruhsal çöküntü yaratmış olmalı.
Baha Veled ölünce Oğul Mevlana ailenin, 'Konya'da oturup alkışlayarak celladı Moğol'u bu topraklardan uzak tutmak' politik mirasını devralıyor. Ne var ki istilacı Moğol'a karşı aktif direniş yanlısı Halife Nasır Lidinillah'ın taraftarı ve ardılı olan Türkmenler, Hace Nasreddin Ahi Evren'in çevresine toplanıp yurt savunması için silaha sarılarak bu planı alt üst ediyorlar. Bu durumdan dolayı Mevlana, Ahi lideri Hace Nasreddin'e ölümcül kin besliyor ve bu husumet, karşılıklı öldürmelerle sonuçlanıyor.
*
Mevlana-Nasreddin Hoca çatışmasının bir başka nedeni de bizce bu olgudur.
_______________________
Not: Bu metin oluşturulurken yalnızca Ahmet Eflaki'nin Ariflerin Menkıbeleri adlı, Mevlana dönemini görgü tanıklarıyla belgeleyen en önemli Mevlevi eseri kullanılmıştır. 

Çağdaş Nasreddin Hocalar / Karikatürcüler 14

Yazıları rahat okumak için resimlerin üstüne tıklayınız...

Şems-i Tebrizi Neden İşgalci Moğol Yanlısıydı?

Şems-i Tebrizi'nin Anadolu'nun işgali sırasında saldırgan Moğol ordularının tarafını tuttuğu ve direniş gösteren Anadolu Türkmenlerine karşı açık tavır aldığı, verilere dayalı bir gerçek. Bu tavır onu direnişin lideri Nasreddin Hoca'yla ölümüne çatışmaya götürmüş.  Öte yandan bir lokma bir hırka yaşayan dönemin bu ünlü insanının Moğol yandaşlığını çıkar için yapmadığı da ortada. Öyleyse hemen hiçbir maddi-manevi beklenti içinde olmayan bu insan neden ısrarla işgal güçlerinden yana bir tavır alma gereği duymuştur?
*
1- Şems-i Tebrizi Önce Direniş, Sonra Teslimiyet Yanlısı Olmuş.
Şems-i Tebrizi'nin babası, Alamut Devleti'nin liderlerinden Celaleddin Hasan III'tür. Ne var ki İsmaili öğretisi gereği, gurbette iken "Melikdadoğlu Ali adında bir tüccarın oğlu" kimliği ile dolaşmıştır. O, hem babası Nev Müslüman Celaleddin Hasan III'ün direnişçi dönemini, hem de üvey kardeşi Alaaddin Muhammed III'ün teslimiyetçi dönemini yaşamış bir prenstir ve konumu gereği her iki zıt devlet politikasının komşu ülkelerdeki temsilcilik ve propogandistliğini yapmıştır.
a-
Celaleddin Hasan III Dönemi (1210-1221) ve Şems-i Tebrizi
Şems-i Tebrizi henüz delikanlı iken, 1218'li yıllarda dönemin Harizm lideri Muhammed Harizmşah -ki bu zat Mevlana'nın babaannesi tarafından öz dedesidir- ülkesine gönderilen 500 kadar Moğol ticaret, iyiniyet  ve barış elçisinin tamamını öldürüp mal varlıklarına el koyarak Cengiz Han'ın intikam duygularıyla bölgeye yönelmesine neden olmuştu. Bu önlenemez öfkenin karşısında ne Muhammed Harizmşah, ne de cengaver oğlu Celaleddin Harizmşah durabildi.
Bağdat, Konya ve Alamut tehlike altındaydı.
Cengiz Han, ülkesinin güvenliği için bu fesat yuvasının kaynağı olarak gördüğü Bağdat'ın ortadan kaldırılmasına karar vermişti. Bunu başarabilmek için de Anadolu'nun ve Alamut'un çökertilmesi gerekiyordu. Tehlikeyi sezen her üç merkezin yöneticisi, elçi göndererek Moğol Hanı'yla ilişkiye geçmeyi denedi, başaramadı.
İttifak kurarak direniş hattı oluşturmaktan başka seçenek kalmayınca Bağdat'ın Sünni Halifesi Nasır Lidinillah harekete geçti ve Şii öğretiyi kısmen de olsa benimsediğini açıkladı. Alamut lideri Celaleddin Hasan III de aynı yıl kalelerine cami yaptırarak İsmaili/Şii "kıyamet"1 uygulamasından Sünni "şeriat" uygulamasına geçtiğini duyurdu. İki devlet arasında atılan karşılıklı adımlar sayesinde karma bir öğreti oluşturuldu. Buna göre askeri kanattan Alamut, ruhani kanattan Bağdat sorumlu olacaktı. Elçiler göndererek Konya sultanı Alaaddin Keykubat'ı "feta"2 üyesi yapıp üçlü direniş hattının temelini atan Lidinillah, aynı yıllarda Anadolu'ya direniş örgütleyici bir ekip gönderdi. Bunların içinde Nasreddin Hoca da vardı. 1218 ile 1221 arasındaki üç yılda halk, özellikle Türkmenler, fütüvvet önderlerince silahlı direniş için eğitilmeye başlandı.
Bu yıllarda genç Prens Şemseddin, babası Nev Müslüman Celaleddin Hasan IIII tarafından Sünni eğitim alması için Tebriz'e gönderilmişti. Eğitiminden memnun olmasa da ittifakın direniş örgütlenmesinde görev almaktaydı. Önce Şam'a gitti, sonra Anadolu'ya geldi ve babasının direnişçi politikasının hayata geçmesi için içtenlikle çaba gösterdi.
b-
Alaaddin Muhammed III Dönemi (1221-1255) ve Şems-i Tebrizi
1221'de Cengiz Han, heyetini katleden Muhammed Harizmşah'ın oğlu Celaleddin Harizmşah'ı da yenip bölgeye yönelince, Alamut, Konya ve Bağdat prensleri, direniş hattının Cengiz Han ve Moğol ordusunu daha fazla üstlerine çektiğini düşünmeye başladılar. En azından yumuşak bir politika güdülebilir, Moğol'un yatıştırılması denenebilirdi. Bu nedenle her üç prens de direnişçi babalarından kurtulmanın yollarını aradılar. Topun ağzında olan Alamut'un fazla zamanı yoktu. 1221'de Celaleddin Hasan III zehirle -ishalden, dizanteriden diyen de vardır- ortadan kaldırıldı. Yerine, Şems'in küçük yaştaki üvey kardeşi Alaaddin Muhammed geçti. Aynı yıllarda kör olan Bağdat Halifesi Nasır Lidinillah, oğlu tarafından bir odaya kapatıldı ve ölene dek orada tutuldu.
Konya Sultanı ise hâlâ direniş konusunda ısrarlıydı.
Babasının 1221'de ortadan kaldırılmasıyla Alamut, Şems-i Tebrizi için tehlikeli bir yer haline geldi. Yurduna dönmemek için Suriye-Konya arasında dolaşıp duran Şems'i korktuğunun tersine Alamut'a çağırdılar. Devleti ve devletin yeni teslimiyetçi politikasını tanıtma işini bir prens olarak üstlenmesini istediler, o da bunu -babasının kuşkulu ölümüne ve kardeşinin "kıyamet" uygulamasına geçileceğini duyurmasına karşın- kabul etti ve yurduna döndü.
İlişki kurulacak bölgelere gönderilen heyetlere başkanlık ediyor, Anadolu ve Hindistan/Kuhistan'da İsmaili örgütlenmesinin temsilciliğini yapıyordu. Moğol merkezine gönderilen elçiler heyetine de başkanlık etmişti, fakat Moğol Büyük Hakanı Göyük Han, başlarında bir prens olduğuna bakmaksızın onları kovmuştu. Kısa sürede Horasan işgal edildi, Kuzey İran'a girildi. Olasılıkla İsmaili olan Nişabur yıkılarak bir tarla haline sokulunca yurtsuz kalan Bektaş ve Menteş kardeşler diğer Sünni-İsmaili bilginlerle beraber Alamut'a bağlı Şahdiz Kalesi'ne sığındılar. Orada onları karşılayanlar arasında Şemseddin Tebrizi de vardı. Bektaş ve Menteş korundular, eğitildiler ve Bektaş'a Hüccet/Hace onursal adı verilip "Moğol'a karşı daha yumuşak, dostça davranılması, silah çekilmemesi" politikasını yayma görevi verilerek Anadolu'ya yolcu edildiler. Hace Bektaş'ın özellikle hâlâ silah elde Moğol'a karşı savaşmaktan yana olan Fütüvvet lideri Hace Nasreddin Ahi Evren'i ikna edeceği umudundaydılar. Beklenenin tam tersi oldu, Nasreddin Hoca, Hace Bektaş'ı etkiledi, direnişçi yaptı. Onları koruyup kollayan ve Alamut'a karşı çıkmalarını sağlayarak ittifakın bozulmasına karşın Anadolu Fütüvvet örgütlenmesini ayakta tutmaya çalışan ise Konya Sultanı Alaaddin Keykubat'tı.
Yıllar ilerlemiş, Moğol Hülagü, Alamut'u kuşatma altına almıştı. Artık bölgeye "Silah bırakalım, Moğol'a teslim olup canımızı kurtaralım" fikri egemen olmuştu. Bu yıllarda Baycu Komutasındaki Moğol ordusu Anadolu'ya yöneldi. Konya Sultanı'nın silahlı direniş ısrarı, Prens Gıyaseddin II tarafından ölümcül bir inat olarak algılanıyordu. Babasını ortadan kadırıp iyiniyet gösterirse Moğol'u Anadolu'ya girmekten vazgeçireceği inancındaydı. Alaaddin Keykubat, bu amaçla 1237'de Kayseri'de av etiyle zehirlenerek öldürüldü. Ne var ki bu 'jest'e itibar etmeyen Baycu, Anadolu'ya girdi ve hayal kırıklığı içindeki Gıyaseddin II'yi Kösedağ'da yenilgiye uğrattı! Kısa süre sonra Giyaseddin II de ölünce Selçuklu yönetimi Fetret Devri'ine girdi.
1240'lı yıllardı ve Şems-i Tebrizi 60'ına yaklaşmıştı. Bir kez daha "Moğol'a direnmeyin, hayatınızı kurtarın" mesajını iletmek ve Alamut'un bu yeni politikası gereği teslimiyet yanlılarını egemen kılmak için Anadolu'ya gönderildi.
Halife Nasır Lidinillah'a sadakatta ısrar eden ve bu nedenle adı Nasırcı'ya çıkmış olan Hace Nasreddin'le diyalog kuramayan Şems'in görüşme talebini, Hace Bektaş -Şahdiz Kalesi'ndeki dostluğu hatırına- kabul etti ama "teslim olalım" önerisini geri çevirdi. Şems de sıfırdan bir lider yaratma yolunu seçti ve şair olmak için kıvranan Celaleddin Rumi'ye, yani Mevlana'ya yöneldi. Geceli gündüzlü sıkı bir eğitim programı uygulayarak istediğini elde etti ve Alamut'un gereksinimi olan Moğol işbirlikçisi bir lideri yetiştirdi. Hace Nasreddin ve Hace Bektaş'a gereksinim kalmamıştı, merkez onları görevsiz, hatta yasadışı saydı.
1247 yılına gelindiğinde artık Mevlana ve Şems ile Hace Nasreddin Ahi Evren arasındaki sürtüşme doruk noktasına ulaşmıştı. O yıl, eşi Kimya Hatun'u boynunu kırarak öldürüp Şam'a kaçmış olan Şems, ortalık yatışmıştır umuduyla Konya'ya geri döndü. Oysa Moğol'u geçici olarak gerileten Hanedan'ın direnişten yana olan yetkilileri, Hace Nasreddin'i Selçuklu sarayında Adalet Bakanlığı benzeri bir göreve getirmişti ve Hace Nasreddin de olasılıkla Şems'i gıyabında yargılayıp ölüme mahkum etmişti. Döndüğü duyulur duyulmaz infaz timi, Şems'i Mevlana'nın evinden aldı ve öldürerek cesedini bir kuyuya attı.
1261 yılında ise Konya artık egemenliğini tamamen yitirmişti ve hükümdarlarıyla kent valilerini Mevlana'nın önerisiyle Moğollar atamaya başlamıştı. 1247'den beri Kırşehir'de sürgün olan Nasreddin Hoca, o yıl Mevlana'nın müridi vali Cacaoğlu Nurettin tarafından öldürüldü!
Zaten Alamut'un son lideri Hürşah da savaşmaksızın ülkesini Hülagu'ya teslim etmiş, dokunulmazlık güvencesi almasına karşın Moğolistan yolunda onursuzca öldürülmüştü.
Tarihte özgün bir yere sahip olan Alamut'un ilk perdesi böylece kapanmış oldu.
*
2- Şems-i Tebrizi Neden Her Devrin Adamı Oldu?
a- 
Kuramsal Zorunluluktan
İsmaili müminler, imamlarının aldığı kararları tartışmaksızın uygularlardı. İmam "Ehli Sünnet itikadına geçiyoruz" bildiriminde bulunduğunda yediden yetmişe herkes buna uyardı. Çünkü öğreti gereği ilettiği kararları esinlenme yoluyla Allah'tan alan imam "masum"du. Kimse Allah'ın emrini tartışamayacağı için imama karşı çıkmazdı. Şems-i Tebrizi de köklü bir aileden gelen İsmaili müminiydi ve bu nedenle Alamut imamının/imamlarının politik kararlarına tartışmasız uymuştu.
b- 
Konumsal Zorunluluktan
Şems-i Tebrizi, imam ilan edilip Alamut efendisi yapılmamıştı ama, bilgisi, becerisi, karizması gereği Alamut İsmaili/Nizari topluluğunun yaşayan en itibarlı prensiydi. Sözü tüm İslam toplumlarında geçerliydi. Kişisel duygularını bir yana bırakıp bir prens ve toplum önderi olarak zor günler geçirmekte olan halkı için sorumluluk aldı ve üstüne düşeni yaptı.
Her devrin adamı görünmesinin diğer nedeni de budur.
*
Açıklamalar:
1 -Kıyamet Öğretisi: İsmaili kuramına göre batıni topluluk tam güvenceli yaşama geçince kaim/imam gelir ve o dönem İslam'ın namaz, oruç, hac gibi zahiri ritüelleri terkedilir; buna Şii inancında "kıyamet" denir.
2 -Feta: Arapça "kardeşim" demek. Özellikle Abbasi İmparatorluğu döneminde dışlanmış heteredoks unsurların silah kullanmaksızın kurdukları örgütlenmede birbirlerini çağırırken kullandıkları hitap. Çoğulu: Fütüvvet. Bu örgüt, Halife Lidinillah tarafından kurallara bağlandı ve üzerinden Ahilik türetildi.
*
Metin Oluşturulurken Başvurulan Kaynaklar:
Bertold Spuler, İran Moğolları • Cüveyni, Tarih-i Cihangüşa • Ahmet Eflaki, Ariflerin Menkıbeleri • Bernard Lewis, Alamut Kalesi • Farhad Daftary, İsmaililer • İsmail Kaygusuz, Hasan Sabbah ve Alamut • Mikail Bayram, Ahi Evren • Devletşah, Tezkire-i Devletşah • Aydın Taneri, Harezmşahlar  •MEB İslam Ansiklopedisi


Ahilerin ve Hocaların Alamut Kökeni

Bazı bilim insanları Ahi Evren Hace Nasreddin Mahmut'un, hem Ahi örgütünü kuran kişi, hem de Nasreddin Hoca olduğunu söylüyorlar. Hoca, Hindistan'da  bir kastın da adı. Liderlerine Ağa Han deniyor. Kast üyeleri kökenlerini Alamut İsmaili/Nizari Devleti'ne dayandırıyorlar. Nasreddin Hoca'nın kökeni de Halife Nasır Lidinillah aracılığıyla Alamut'a dayanıyor. Hintçede ahi, Türkçede de evren, yılan demek. Nasreddin Hoca örgüt lideri olunca Ahi Evren adını almış. Öte yandan ahiArapça'da da kardeşim demek.
Peki öyleyse, Hace Nasreddin Mahmut'un kullandığı, hangi kültürün ahi'si? Tümünün karması mı?
1- Ahilik Kavramı

Arapça'da Ahi kavramı
Neşet Çağatay, "Ahi" kelimesi Arapçadır ve "kardeşim" demektir, diyor. (s 43)
Ahiler, Fütüvvetnamelerinde kurucularının Hz. Peygamber, Hz. Ali, ya da ağırlıklı olarak Hz. Abbas (M. Bayram / s 37) olduğunu yazarlar.
Ahi kavramı, ayet ve hadislerde de geçer; birer örnek verelim.
Maide Suresi 25. Ayet'te Hz. Musa Tanrı'ya şöyle yakarıyor:
"Rabbi inni la emliku illa nefsi ve ahi fefruk beynena ve beynelkavmil fasikin."
Ayetin Türkçesi yaklaşık olarak şöyle:
"Ey Rabbim! Ben ancak kendim ve kardeşimle baş edebilirim. Bizimle fasık toplumun arasını ayır."
Taberi ve İbnü'l Esir'in kayıtlarına göre Hz. Peygamber Hz. Ali'yi göstererek müminlere şöyle demiştir:
"İnne haza ahi ve vasiyyi ve hilafeti fikum."
Hadisin Türkçesi de yaklaşık olarak şöyle:
"Gerçekten bu kişi, kardeşim, vasim ve halifemdir."
Yerli, yabancı uzmanlar Ahi ve Ahilik'in dinsel yapısını incelerken ağırlıklı olarak bu bilgileri kullanırlar.
b
Türkçe'de Ahi kavramı
Yine N. Çağatay'a kulak verelim:
"Bizim, ahi teriminin, türkçe "akı" sözcüğünden geldiği üzerindeki oranlamamız sadece anlam benzeyişinden değil, bu sözcüğün delalet ettiği mertlik, alplik, yiğitlik, eli açıklık, konukseverlik hasletlerinin ve ahiliğin ifade ettiği sanat ve ticaret kurumu ve kurallarının orta Asya Türkleri arasında çok yaygın bulunuşundandır." (s 44)
Çağatay, ahi sözcüğünün Türkçe akı sözcüğünden geldiği fikrinde yalnız değildir. M. Bayram, J. Deny, F. Taeschner, C. Cahen, F. Köprülü, C. H. Tarım da bu fikri savunmaktadır.
*
2- Yılan Kavramı
a
Hintçe'de Yılan Kavramı
Tübitak, 1998'de Georges Ifrah'ın Hint Uygarlığının Sayısal Simgeler Sözlüğü adlı eserini bastı.
Eserin Ahi maddesinde şunlar yazılı:
"AHİ. [s]. Değer=8. Veda mitolojisinde, okyanus derinliklerinin karanlık sulardan doğmuş yılanını gösteren Ahirbudhnya'ya (ya da Ahi Budhnya'ya) olası bir gönderme söz konusu. Buradan Ahi=8, çünkü yılan simgesel olarak 8 sayısına karşılık geliyor. Bkz. Naga, Sekiz. Ayrıca bkz. Yılan (~simgesi)." (s 14)
Kısaca Naga, Sekiz ve Yılan maddelerine de bakmakta yarar var:
"NAGA. [s]. Değer=8. Yılan" (s 112)
"SEKİZ. Sekiz sayısının günlük Sanskritçedeki adları *ashta, *ashtan. İlgili sayısal simgelerin listesi: Ahi. Anika. *Anushtubh (vb.) ..Bu sözcükler aşağıdaki simgelere karşılık gelir ya da onlarla ilişkilidir; 1. Yılan (Ahi. Naga. Sarpa.)" (s 154)
"YILAN (~simgesi). ..İmdi, Ananta aynı zamanda *Ahirbudhnya'dır (ya da Ahi Budhnya). Yani, Veda mitolojisine göre, karanlık sulardan doğmuş olan, okyanus derinliklerinin yılanı." (s 207)
b
Türkçe'de Yılan Kavramı
"Clauson lügatında 'Evren' kelimesinin 'evrilmek' fi'linin ism-i faili olan 'eviren'den 'Evren'e dönüştüğünü yazmaktadır. Yılan da evrildiği için Türkçe'de yılana da eviren (Evren) dendiği gibi, döndüğü ve evrildiği için kainata da Türkçe'de evren dendiğini ifade etmektedir." (M. Bayram, s 14)
*
3- Hace ve Nasır Kavramı
a
İsmaili Genel Kavramı Olarak Hüccet / Hoca ve Nasır
Hüccet ve Nasır kavramı birer onursal sıfattır ve bu sıfatları ancak İsmaili Halifeleri verebilir. O dönemde Ehli Sünnet halifelerinin böyle bir geleneği yoktu. Mısır Fatimi / İsmaili halifeleri dünyayı cezirelere, yani adalara bölünmüş sayar ve her cezireye bir "Baş Dai" atarlardı. Bu Dailere Hüccet / Hoca denirdi. Hüccetler tam yetkiyle donatılmıştı, bu nedenle gittikleri cezirelerde halife gibi hareket ederlerdi ve kendilerine bağlı alt Hüccet / Hoca atama yetkisine sahiptiler. Hüccet'lerin bilimle uğraşanlarına ve telif kitap yazanlarına da Nasır ünvanı verilirdi ve onlar, Hoca Nasır, ya da yaygın bilinen şekliyle Hace Nasreddin olarak anılırdı.
b-
Alamut Özel Kavramı Olarak Hüccet / Hoca ve Nasır
Hasan Sabbah 1094'te başkent Kahire'deyken İsmaili-Fatimi halifesi el-Mustansır öldü. Herkes büyük oğul Nizar'ın halife olacağını beklerken, Vezir el-Efdal darbe yaptı ve küçük kardeş Mustali'yi Fatimi tahtına oturttu. Mustali, ağabeyi Nizar'ı desteklemiş olan Hasan Sabbah'ı tutuklattı ve bir gemiyle Kuzey Afrika'ya sürgüne gönderdi. Yolda batan gemiden sağ kurtulan Hasan Sabbah İrak-ı Acem'e geri döndü, Alamut kalesini ele geçirdi ve aynı yıl İsmaili-Nizari devletini kurdu. Başlangıçta halifelik yetkisi olmayan devlet, sonraları yetki elde etti ve cezirelere Dai / Hüccet / Hoca Nasır atamaya başladı.
c-
İran-Hindistan Kökenli Hüccet / Hoca Olgusu
Moğol Hülagü 1300'lü yıllarda Alamut devletine son verdikten sonra Nizari-İsmaililer, İran'ın Kehkek kentinde varlıklarını  Hocalar hareketi olarak sürdürmeyi başardılar. Hareketin liderlerinden Hasan Ali Şah, 1817'de 46. Nizari-İsmaili imamı oldu. İç çekişmeler ve devletle sürtüşmeler nedeniyle Hindistan'ın Bombay kentine taşınan 1. Ağa Han Hasan Ali Şah, bazı Hint yerlilerini de mezhebine katıp nüfusunu genişletti ve İngiliz Sömürge Valisi'nin desteğiyle Hocalar kastını kurdu. Bazı Sünni unsurlar da Hocalar birliğine katıldı. Bugünkü Ağa Hanlar, onların torunlarıdır. (M. Kadyrov, s 28)
*
Sonuç Olarak
Yukarıdaki verilere bakarak biz, Hace Nasreddin'lerin, yaygın söylemiyle Nasreddin Hocaların kökeninin Alamut Nizari-İsmaili hareketine dayandığı sonucuna varıyoruz.
Ahiler ve Nasırcılar'ın fütüvvet örgütünün devamı olduklarını söylemelerinden Ahi sözcüğünün Arapça anlamını benimsedikleri anlaşılıyor. Uzmanlar, zaman içinde Anadolu'da Türkçe "akı" ile Arapça "ahi" kavramlarının harmanlandığı görüşünde. Biz bu harmana Hintçe olanı da eklenmelidir diyoruz.
İşin bir de Alamut cephesi var ve özetle şöyle:
Hülagü'nün Alamut Nizari-İsmaili devletine saldırdığı 1250'li yıllarda Anadolu'da Nasırcı Ahiler sahne alıyor. 1300'lü yıllarda Moğol hem Alamut, hem de Rum Selçuklu devletini yıkıyor. Alamut'tan sağ kurtulanlar İran'da Hocalar adı altında yeraltı örgütlenmesine geçiyorlar, devamında da Ağa Han'lar liderliği devralıyor. Rum Selçuklu devleti yıkılırken de Alamut ortaklığı kurmuş Halife Nasır Lidinillah'ın atadığı kişinin ardılı olan Nasreddin Hoca popüler oluyor. Veriler, iki Hoca hareketinin tek ve Alamut kaynaklı olduğu izlenimi veriyor.
Sonuç olarak söylersek, Nasreddin Hoca bütün bu olguların karmasından oluşmaktadır.

Fütüvvet Nedir, Ahilik Nedir...



Selçuklu toplumuna ilgi duyanlar sık sık Fütüvvet ve Ahilik kavramıyla karşılaşırlar. Ulaştıkları bilgiler bu iki kavram arasında fark olmadığı yönündedir. Söylenen doğrudur ama gerçeği tam yansıtmaz. Biz, her iki örgütlenmenin az da olsa farklılıklar içerdiğini, Fütüvvetin, birçok kavim ve ülkeyi kapsadığını, Ahiliğin ise Anadolu sınırları içinde kaldığını düşünüyoruz. Başka deyişle, Fütüvvet evrensel örgütlenmedir, Ahilik ulusal...
*
Fütüvvet Nedir, Nasıl Doğmuştur?
İslam İmparatorluğu kuran Abbasiler de 750 yılında yıktıkları Emeviler gibi, Arap soyundan gelmeyen Müslümanları, örneğin Türkleri, Farsları, Kürtleri ikinci sınıf Müslüman anlamına gelen "mevali" olarak nitelemekteydiler. Mevali, camide arka sıralarda saf tutmak, yolda Arap'tan bir adım geriden yürümek zorundaydı. Mevali, Arap bir kadınla evlenemezdi. Mevali, Sopa taşıyabilirdi ama silah taşıyamazdı. Mevalinin ata binmesi yasaktı, ancak eşeğe, katıra binebilirdi. Mevali kadından doğan çocuk (hecin/2. sınıf evlat) mirastan yarı pay alırdı. (A. Demircan/Arap-Mevali İlişkisi) Bu unsurların liderleri -örneğin Ebu Müslim- Abbasiler'den tam eşitlik sözü aldıklarından Emeviler'in yıkılışında aktif görev yapmışlardı. Abbasiler sözlerini tutmadı. Hayal kırıklığına uğrayan mevali ve dışlanmış diğer alt tabakaya mensup kitleler -silah kullanmaksızın- kümelendiler ve egemenlere karşı tavır almaya başladılar. Yaptıkları bir tür kabadayılıktı. Soyluları korkutuyor, sindiriyorlardı. Araplar onlara, mertlik, yiğitlik, delikanlılık, cömertlik, eli açıklık, yoldaşlık anlamına gelen feta (çoğulu Fityan / Fütüvvet) demekteydiler.
Corci Zeydan onlar hakkında şu bilgileri veriyor:
"Abbasiler devrinde pek çok fındık atıcılar (fetalar/kç) türemişti. Bunlar şehirlerin haricine çıkarak kuş ve emsali şeylere fındık atmakla vakit geçirirler, (479) ve bu meziyeti kabadayılık nevinden addederlerdi. ..Hususi bir şekilde şalvarla mümtaz bir hususi kıyafette bulunurlardı. Ona kabadayılık şalvarı namı veriliyordu." (İslam Medeniyeti Tarihi, c 5, s 315)
Önceki imparatorlar onlara sert davranırdı, fakat Abbasiler'in son dönemlerine doğru sarayla araları düzelir gibi oldu. Halifeler bazan bu fındıkatıcı feta'ları koruma olarak kullanmaya başlamıştı. 1200'lerin başında Halife Nasır Lidinillah, Moğol'un Bağdat'ı yıkacağından endişeliydi. Bu nedenle eli silah tutan her unsurla ittifak yolunu seçmişti. Corci Zeydan bu yöndeki gelişmeler için de şunları söylüyor:
"..Abbasi Halifesi Nasır Lidinillah ..fındıkendazlığa pek büyük bir şan ve şeref verdi. Kendisi bizzat kabadayılık (fütüvvet/kç) şalvarını giymekte idi."
Kısacası Halife Nasır Lidinillah, kendini en son fütüvvet lideri ilan etti. Bir de fütüvvetname yayımlattı.  Fındıkatıcılık örgütünü Moğol tehlikesine karşı kullanmaya karar verdi. "..hilafetini tanıyan müluk ve ümeraya bir mektup yazarak kabadayılık (fütüvvet/kç) şerbetini içmelerini, şalvarlarını giymelerini, fındıkendazlarını tavsiye etmiş, onlar da buna muvafakatta bulunmuşlardı." (Zeydan, s 315)
Bu ülkelerin başında Alamut ve Rum Selçuklu Devleti geliyordu.
*
Bağdat'tan Gönderilen Feta / Fütüvvet Ekibi İçinde Hace Nasreddin de var
Selçuklu cephesinde olaylar şöyle gelişti:
"601 (1204) yılında Anadolu Selçuklu sultanı I. Gıyase'd-Din Keyhüsrev ikinci defa tahta geçince, cülusunu Abbasi Halifesi en-Nasır li-Dinillah'a bildirmek için hocası Malatyalı Şeyh Mecdü'd-Din İshak'ı (Sadru'd-Din Konevi'nin babası) Bağdat'a göndermişti. Mecdü'd-Din İshak diplomat olarak o yıl içinde hacca da gitmiş, dönüşte Bağdat üzerinden Anadolu'ya gelirken beraberinde Muhyi'd-Din ibnü'l-Arabi, Ebu Ca'fer Muhammed Berzai, Evhadü'd-Din Kirmani gibi birçok meşayih ve bilginleri Anadolu'ya celbetmiştir. Ahi Evren Şeyh Nasırü'd-Din Mahmud'un da bu kafileyle Anadolu'ya geldiği anlaşılmaktadır." (M. Bayram, Ahi Evren, s18)
Nasır Lidinillah, Alaaddin Keykubat'ı da ünlü bilgin Sühreverdi aracılığıyla kabadayılık şalvarı giydirerek, fütüvvet kuşağı bağlatarak, sarık taktırarak törenlerle fındıkatıcı feta yapmıştır. (İbni Bibi, s 92-93) Böylece direnişin Anadolu'daki bölümü Keykubat destekli fetalara (fütüvvet'e) emanet edilmiş oldu. Onlar da Anadolu'daki icraatlarını uzun yıllar sultan ve saray destekli  sürdürdüler.
Ne var ki hem Lidinillah'ın, hem Keykubat'ın, hem de Alamut lideri III. Hasan'ın oğlu, direniş örgütünün Moğol'u üstlerine çektiğine inanıyorlardı. Yaklaşık 3-4 yıllık süre içinde oğullar babalarını öldürttüler, tasfiye ettiler ve direniş örgütünü teslimiyet örgütüne çevirdiler. Böylece Anadolu'nun son fütüvvet lideri olan Hace Nasreddin Mahmut, teslimiyet öneren ortak devlet anlayışı karşısında yasadışı konuma düşmüş oldu, dışlandı. Bu nedenle muhalifleri ona ve yoldaşlarına, halife Nasır'a izafen "Nasırcılar" "Nasreddiniler" demiş olmalılar. Onun yerine Şems-i Tebrizi eliyle eğitilen Mevlana getirildi.
Böylece Mevlana ile Hace Nasreddin çatışması başlamış oldu.
*
Ahilik Nedir, Nasıl Doğmuştur, Hace Nasreddin'le İlişkisi Nedir?
Direniş örgütü çökmüştü, fakat birinci Hace Nasreddin, hâlâ lideri Nasır Lidinillah'ın politikasının doğruluğuna inanıyordu. Yeni bir durum değerlendirmesi yaptı ve birkaç ülkeyi kapsayan eski örgütlenmenin artık zeminsiz ve desteksiz kaldığını saptadı. Fütüvvet örgütlenmesinin şimdi daraltılması, bölgeselleştirilmesi, hatta Türkmenleştirilmesi gerekiyordu. O da bu yolu izledi. Lideri Nasır Lidinillah'ın koyduğu genel işleyiş ve ahlak kurallarını içeren fütüvvetnameleri olduğu gibi korumak kaydıyla örgütü ulusallaştırdı ve adını da Ahi koydu. Anadolu'daki fütüvvet hareketi bu anlamda bitti, Ahilik fiilen başlamış oldu.  Bu oluşumun ilk lideri de Hace Nasreddin Mahmut el-Hoyi, yaygın adıyla Nasreddin Hoca'dır.
*
Seçilmiş kaynakça:
İbnü'l Esir, Ebu'l Ferec, Claude Cahen, Aksarayi, Eflaki, Anonim Selçuki Tarihi, İbn'i Batuta, Neşet Çağatay, Sabahattin Güllülü, Mikail Bayram, Corci Zeydan, Cevat Hakkı Tarım.

Şems-i Tebrizi'yi Kim, Neden Öldürttü?


Gerçeği baştan söyleyelim, Şems-i Tebrizi'yi Nasreddin Hoca öldürttü.
Araştırmacılar ve bilim insanları, karşılıklı öldürme olayında, belki fıkraların getirdiği sempati nedeniyle, kendilerine Mevlana ve Şems'ten daha yakın buldukları Nasreddin Hoca'nınkini gündeme getiriyorlar. Şems'in öldürülmüş olma olgusu ise -önemsizmiş gibi- sürekli ikinci planda, hatta tarihin dolgu malzemesi olarak kalıyor. Gerçeği arayan insanların önünü bir perde gibi kesen bu yanlı yaklaşımı adil ve doğru bulmuyoruz.
*
Şems-i Tebrizi'nin Kısaltılmış Yaşam Öyküsü
Şems-i Tebrizi'nin bir Alamut prensi olduğunu en açık söyleyen, Tezkire-i Devletşah'tır.
Alamut'un 6. lideri olan babası Celaleddin Hasan III, 'kıyamet' yanlısı İsmaili babasını yaklaşık 1210'da öldürtüp 'şeriat'a geçtiğini ilan etti ve sünni Bağdat Halifesi Nasır Lidinillah'la ittifak kurdu. Moğol'a karşı kurulan bu ittifakın dini lideri Lidinillah, askeri lideri ise Hasan III oldu. Sünni eğitim alması için oğlu genç Şems'i Tebriz'e gönderen Hasan III, 1220/21'de zehirlenerek öldürüldü, Şems'in üvey küçük kardeşi Alaaddin Muhammed III, 7. lider oldu ve Şems için Alamut güvenli bir yer olmaktan çıktı. O da Kalenderi kılığında Şam'a gitti. Şems taht kavgasına girmedi, 'kıyamet' uygulamasnına geri döneceğini duyurmuş olan üvey kardeş Muhammed III de onun Alamut'a dönmesine izin verdi. Devlet Moğol'un ağır tehditi altındaydı, döndü ve riskli görevler üstlendi. En risklisi Göyük Han'a giden elçilik heyeti başkanlığıydı. Ölümden zor kurtulan Şems, topraklarında Moğollar'ı yakından tanıma fırsatı bulmuş ve yenilmez olduklarına ikna olmuştu. Bu nedenle üvey kardeşinin "Kılıç çekip kızdırmayalım, Moğol'u uysallıkla topraklarımızdan uzak tutalım" politikasına destek verdi. Saptanan bu yeni politikayı Anadolu direnişçilerine anlatma görevini üstlendi.
*
Teslimiyet Temsilcisi Şems, Direniş Temsilcisi Nasreddin ile Karşı Karşıya
Anadolu'da ciddi bir direnişle karşılaştı.
Üvey kardeş Muhammed III'ün Hüccet'i olan Şems-i Tebrizi, Nasır yanlısı ve Moğol'a direnmekte ısrar eden Hace Nasreddin Ahi Evren'i ikna edemeyeceğini anlayınca Anadolu için yeni bir dini lider yaratma yollarını aradı. Şair olmak için kıvranır haldeki Mevlana ile karşılaşınca aradığını bulduğunu anladı. Eğitim hızlı ve sıkıydı. Babasının "zahiri" ilimle dolu kitaplarını okuması yasaklanan Mevlana, kısa sürede Muhammed III'ün istediği kıvamda bir "batıni" kişiliğe kavuştu. Alamut'un Anadolu'daki teslimiyet lideri, bundan böyle Şems destekli Mevlana olacaktı. Hace Nasreddin Ahi Evren, artık Alamut'un yeni devlet anlayışı karşısında yasadışı kalmıştı. O da kolları sıvadı, Anadolu'nun orta yerinde lidersiz, dışlanmış ve bir başına kalmış Türkmenler'i başına topladı, bölgesel Fütüvvet örgütlenmesini yenileyerek daralttı, ulusallaştırdı, Türkmenler'e özgü kıldı ve Ahilik örgütlenmesini kurdu.
Bundan sonra savaş, teslimiyetçi Mevleviler ile direnişçi Ahiler arasında olacaktı.
*
Moğol, Mevlana-Şems ile Hace Nasreddin Arasındaki Gerilimi Arttırıyor
Teslimiyet politikasına karşın Baycu komutasındaki Moğol ordusu 1243'te Anadolu'ya girdi, Sivas'a doğru ilerlemeye başladı. Hayal kırıklığına uğramış Selçuklu ordusu onları Kösedağ'da karşıladı, yenildi, Sultan Gıyaseddin II Antalya'ya, Hıristiyan dayılarının yanına kaçtı. Sivas, Erzurum ve Kayseri gibi kentleri ele geçiren işgalciler, Konya'yı dize getirmeyi başardı. Başsız kalan devlete Karatay naip oldu ve yönetimi üç oğula birden verdi. Bu, direnişçilerin geçici toparlanması ve devlete egemen olması anlamı taşıyordu. Hace Nasreddin Denizli'den getirildi ve yönetimde görev verildi. Mevlana itibarını yitirmiş, Hace Nasreddin Ahi Evren ön plana çıkmıştı. Bunun üzerine Mevlana, yazmakta olduğu Mesnevi'de fıkralar aracılığıyla saldırıya geçti. Adapte ettiği Arap tiplemesi Cuha'ya ait alaycı şakalar, direnişçiler üstünde yıpratıcı oldu. Gerilim iyice arttı.
*
Hace Nasreddin, Şems-i Tebrizi'yi Konya'da Öldürtüyor
1245'te genç eşi Kimya Hatun'u, boynunu kırarak öldürüp Şam'a kaçmış olan Şems, olay unutulmuştur umuduyla 1247'de Konya'ya geri döndü. Hace Nasreddin, o sıralar devlet yönetiminde bir tür İçişleri Bakanı konumundaydı. İçinde Mevlana oğlu Alaaddin'in de bulunduğu küçük bir infaz timi kuruldu. Tim, Mevlana'nın evinden aldığı Şems'i öldürüp bir kuyuya attı. Bu, teslimiyetçiler ve Mevlana açısından bir yıkımdı.
*
Mevlana da Hace Nasreddin Ahi Evren'i Kırşehir'de Öldürtüyor
Olay, Mevleviler ve Ahiler arasında çatışma nedeni haline gelince, Karatay ekibi, Moğol destekli Mevleviler'in hışmından korumak için Hace Nasreddin'i Kırşehir'e gönderdi. Bu, bir tür sürgündü. 1260'da Moğol, kardeşlerden Rükneddin Kılıçarslan'ı tek başına hükümdar yaptı. Hace Nasreddin Ahi Evren Kırşehir'de ayaklanmak istedi. Olaya müdahale etmesi için Moğol, Mevlana müridi Cacaoğlu Nureddin'i vali atadı. Yeni vali, 1261'de isyanı bastırdı, Ahilerin tamamına yakınını kılıçtan geçirdi ve ev hapsindeki elebaşı Nasreddin Hoca'yı da öldürttü.
*
Mesele böylece kapanmış oldu.

Nasreddin Hoca Neden Öldürüldü?


Pek çok insan inanamıyor ama şu bir gerçek, Nasreddin Hoca, Mevlana müridi ve Moğol valisi Cacaoğlu Nurettin tarafından öldürüldü. Gözümüzün önünde dururken ilginçtir algılayamamışız, olan biteni bize Mikail Bayram anlattı. Tanık olacaksınız, hakarete varan karşı duruşlar birkaç yılda güneş altındaki kar gibi eriyecek ve gerçeklik herkes tarafından  kabul edilecek.
Şimdilik bizi ilgilendiren soru şu: Hoca hangi gerekçeyle öldürüldü?.
*
İlk Nasreddin Hoca, Hace Nasreddin Mahmut b. Ahmet el-Hoyi
Müsameratül Ahbar, Anadolu Selçuki Tarihi, Anonim Selçukoğulları Tarihi ve Ariflerin Menkıbeleri gibi kaynaklarda üç ayrı kişiye Hace Nasreddin dendiği görülür ve adları şöyledir: Hace Nasreddin Mahmut b. Ahmet el-Hoyi, Hace Nasreddin Muhammed el-Tusi, Hace Nasreddin b. Yavlak Arslan. Ayrıca Rum Selçuklu Devleti'nin kurucusu Kutalmış Oğlu Süleyman Şah'ın, tarihçi İbni Bibi'nin ve yaklaşık 20 tarihi kişiliğin daha şeref adı Nasırüddin'dir.
*
Mevlana'nın ve Mevlevilerin, Mesnevi, Divan-ı Kebir ve Ariflerin Menkıbeleri gibi eserlerde Hace Nasreddin Mahmut b. Ahmet el-Hoyi'yi düşman belledikleri ve Arap Cuha tiplemesinin seçme fıkralarını onun kişiliğinde Anadolu'ya taşıdıkları görülmektedir. Mikail Bayram, bu gerekçeyle Hoca'nın, Hace Nasreddin Mahmut b. Ahmet el-Hoyi olduğu sonucuna varıyor. Bu yaklaşıma göre ilk Nasreddin Hoca, Ahi Evren oluyor. Çünkü onun adının geniş şekli "Ahi Evren Ebu'l-Hakayık Hace Nasreddin Mahmut b. Ahmet el-Hoyi"dir. Çıkarımı biz de akla yatkın buluyoruz.
*
Genç Hace Nasreddin Mahmut b. Ahmet el-Hoyi'nin, Bağdat halifesi Nasır Lidinillah'ın, özel görevle Bağdat'tan gönderdiği grubun arasında Rum Selçuklu topraklarına geldiği biliniyor. Kayın pederi Evhadüddin-i Kirmani ölünce dini liderlik ona geçiyor. Muhaliflerinin onları, Halife Nasır Lidinillah'ın temsilcisi olmaları nedeniyle Nasırcılar, Nasreddiniler diye adlandırdıklarını düşünmekteyiz.
*
1200'lü yılların bölgedeki tarihi gelişmeleri
1100'lü yıllarda Cengiz Han, Moğolistan'da Moğol birliğini kurdu ve bazı bölge liderlerine barış antlaşması imzalamayı önerdi. Bunların başında Harizm lideri Muhammed geliyordu. Büyük Selçuklu'nun mirasına konmuş olan bu mağrur hükümdar, 100 kadar Moğol elçisini gerekçesiz öldürdü ve mal varlıklarına el koydu. Bu, Cengiz Han'ın İran, Anadolu, Suriye ve Irak üzerine yönelmesine neden oldu. O dönem Rum Selçuklu'nun sultanı olan Alaaddin Keykubat, Alamut'un efendisi Celaleddin Hasan III, Bağdat'ın halifesi de Nasır Lidinillah'tı. Lidinillah, kendine askeri korumacı olarak, köle neslin çocukları oldukları için dışladığı Harizm'i değil, Alamut'u seçti ve bu üç ülkeden oluşan bir "Moğol'a direniş ittifakı" kurdu. İttifakın Moğol'u üstlerine çektiğini düşünen oğulları, yaklaşık 4 yıllık süre içinde babalarını öldürterek direniş ittifakını teslimiyet ittifakına dönüştürdüler. Çünkü Moğol'a el kaldırmazlarsa, kendilerine dokunulmayacağına inanıyorlardı.
*
Hoca ve Mevlana'yı iki zıt devlet politikası çatışmaya sürükledi
Nasır Lidinillah'ın kurduğu direniş ittifakının Anadolu'daki yeni dini lideri Hace Nasreddin Mahmut b. Ahmet el-Hoyi'yi idi. Oysa teslimiyetçi ittifak ülkelerinin oğul liderleri Anadolu'da işbirlikçi temsilcilere gereksinim duyuyorlardı. Bu gerekçeyle onlar Hace Nasreddin Mahmut b. Ahmet el-Hoyi yerine Şems-i Tebrizi'nin hazırladığı Mevlana'ya yöneldiler. Buna Anadolu Türkmenleri karşı çıktılar ve eski direnişçi devlet politikasını geçerli saydılar. Moğol desteği de alan Mevlana, yeni ittifakın teslimiyetçi devlet politikasını hayata geçirmek için harekete geçti. Çatışma önce fıkralarla politik yıpratma düzeyindeydi. 1200'lerin ortalarında Moğol işgali tamamlandı, gerginlik arttı ve Hace Nasreddin Mahmut b. Ahmet el-Hoyi, teslimiyet ittifakının Alamut temsilcisi olan Şems-i Tebrizi'yi öldürttü. Bu, hem Moğol'u, hem de Mevlana'yı çok kızdırdı. Bu nedenle Nasreddin Kırşehir'e sürgün edildi.
*
Mevlana da müridi Vali Cacaoğlu Nurettin'e Hoca'yı öldürtüyor
İçi yanan Mevlana'nın acısını, ağır sürgün dindirememişti.
90 yaşında olmasına karşın Hace Nasreddin Mahmut b. Ahmet el-Hoyi, Kırşehir'de Moğol'a karşı ayaklanma girişiminde bulundu, yenildi ve ev hapsine alındı. Bunu fırsat bilen Mevlana, Kırşehir'e müridi Cacaoğlu Nurettin'in Moğol'ca vali olarak atanmasını sağladı. Yeni Valinin ilk işi ev hapsindeki Hace Nasreddin Mahmut b. Ahmet el-Hoyi'yi 1 Nisan 1261 günü(*) öldürtmek oldu. Böylece hem Mevlana intikamını almış, hem de direniş ittifakının son lideri ortadan kaldırılmış oldu.
*
Kısacası, Hace Nasreddin Mahmut b. Ahmet el-Hoyi, yani ilk Nasreddin Hoca -yan etkenler ne olursa olsun- tam bağımsızlıkçı ve özgürlükçü olduğu için öldürüldü; işin gerçeği budur.
--------------
(*) Mikail Bayram: "Kırşehir'de Ahi Evren ve arkadaşlarının katliama tabi tutuldukları ..1 Nisan 1261'dır." Ahi Evren-Mevlana Mücadelesi, Konya 2005, s42.

Nasreddin Hoca ve Ulus Devlet



1200'lerden 1900'lere dek  tam 700 yıl Hace Nasreddin olarak anılan ünlü fıkra tiplememizin adı 1900'lerin başlarında Nasreddin Hoca olarak değiştirilmiştir. Selçuklu ve Osmanlı'da Hace Nasreddin şeref adlarıdır, arkasına gerçek ad eklenir. Hace Nasreddin Mahmut el-Hoyi gibi... Günümüzdeki örneklemesi, Prof. Dr. Mahmut el-Hoyi olabilir. Oysa Nasreddin Hoca dediğinizde, Nasreddin ad, Hoca soyadı gibi algılanıyor.
*
1900'lerin ilk yılları, Türkler için ulusal uyanış sürecinin başladığı yıllardır. Kısa süre sonra 1. Dünya Savaşı Çıkacak, Osmanlı yenik sayılacak, ulusal bilince sahip kadrolar önderliğinde Kurtuluş Savaşı başlayacak ve yaklaşık 10 yıllık bir süreç sonrasında yurttaşlık esasına oturmuş demokratik ve laik Cumhuriyet kurulacaktır. Cumhuriyet, tipik bir ulus devlet örgütlenmesidir; idari, hukuki ve kültürel kurumları da buna göre yeniden organize edilir.
Devlet doğrudan işe el atmasa da aydınlar fıkra tiplemelerini sözü edilen programa göre yeniden şekillendirirler. Buna göre Cuha, Şair Firuzdak, Şeyyad Hamza gibi Arap kültür emperyalizminin temsilcisi görülen tiplemelerin Anadolu'daki misyonerlik görevlerine son verilir. İncili Çavuş, Bekri Mustafa gibi kulluk esasını temsil eden tiplemeler de günlük yaşamımızdan sürülür ve tarihin tozlu sayfalarına gömülür. İki fıkra tiplemesine dokunulmaz: Biri Bektaşi, diğeri Nasreddin Hoca. Çünkü her iki tipleme de halk içinden doğmuş, halk adamı olarak kalmış, halkı temsil eden tiplemelerdir. Halk Cumhuriyeti'nin böyle kahramanlara gereksinimi vardır. Şans onların yüzüne güler.
*
Devlet laik olsa da kurucu kadro ağırlıklı olarak Sünni inanlılardan oluştuğundan, Bektaşi tiplemesi üvey evlat muamelesi görür, eğitim kitaplarından uzak tutulur; ulus devlet onu görmezden gelir. Bir tek -Bağımsızlık Savaşı'na katkılarından olacak- Alevi-Bektaşı inanlı kitlenin arasında özgürce yaşamasına ses çıkarılmaz.
Hoca ise ulus devletin korumasına alınır.
Hace Nasreddin şer'i imaj yarattığından, adı Nasreddin Hoca olarak yeniden düzenlenir. Çünkü bu, ulus devlet yapılanmasındaki ad ve soyadı çağrışımına daha uygundur.
*
Söylenenleri nesnel örneklerle ete kemiğe büründürmeye çalışalım:
Agayan Efendi'nin, Köprülü'nün
kitabına yaptığı Hoca çizimi.
Çaylak Tevfik Bey 1885 yılında Hazine-i Letaif adlı bir seçme dünya fıkraları kitabı yayımlamıştır. Henüz Osmanlıca'dan dilimize aktarılmamış olan bu kitapta dönemin uluslarına ait seçme fıkralar vardır ve aralarına da bizim tiplemelerimizin fıkraları serpiştirilmiştir. Orada Hoca'nın adı "Nasreddin Hoca" değil, "Hace Nasreddin-(ضواجه نصرالدين)" olarak geçer. Bu, Hoca'nın 1900'lerin başına dek bu adla anıldığını gösterir. 1918'de, ulus devletin kurucu kadrosunda yer alan Fuat Köprülü, Hoca ile ilgili bir kitap yayımlar. Adı "Nasreddin Hoca-(نصرالدين ضواجا)"dır. Köprülü, eserin önsözünde ve sonsözünde Hoca'nın "milli" mirasımız olduğundan, bunun dış baskılardan kurtarılarak yüceltilmesi gerekliliğinden söz eder ve neden şiirsel yazdığını da "Çok milli olan bu mevzunun, çocuklarımızı pek ziyade alakadar edeceğini evvelce de tahmin etmiştim. Binaenaleyh, bu teşvikten de yeni bir cesaret alarak, bu küçük kitabı teşkil eden manzumeleri yazdım."(s 24) sözleriyle gerekçelendirir.
"Çok milli" bulunan bu fikir tutar ve Hoca, o dönemden itibaren artık Nasreddin Hoca olarak anılmaya başlar. Sanki Nasreddin ad, Hoca soyadmış gibi... Onu Orhan Veli izler. Hace Nasreddin unutulur.
Bu ulusal duruş, diğer tüm fıkra tiplemelerini geri plana iter. Daha Cumhuriyet'in ilk yıllarında onlara ait fıkraların hatırı sayılır bir kısmı Hoca'ya aktarılır. 1500'lerdeki ilk el yazmalarına göre fıkra yaşamına ortalama 35 şaka ile başlayan Hoca'nın repertuarı 1900'lerde birden 1000 şakanın üstüne fırlar. Öyle ki günümüzde araştırmacı Mustafa Duman seçme yaptığı halde kitabının adını "Nasreddin Hoca ve 1555 Fıkrası"olarak koymak zorunda kalır.
Böylece süreç tamamlanmış olur.
*
Not: Konu, bir kitap çalışmasının özeti olduğundan kısa tutulmuştur.
*
Bu yazı, TGC'nin yayın organı BİZİM GAZETE'de de yayımlanmıştır. TIKLAYINIZ

Çağdaş Nasreddin Hocalar / Karikatürcüler 9

Yazıları rahat okumak için resimlerin üstüne tıklayınız...

جحا Cuha - Hoca İlişkisi...

Cumhuriyet kuşağımız Cuha'yı bilmez.
Oysa o, 1800'lü yıllara dek Osmanlı toplumunu eğlendiren Bekri Mustafa, Bektaşi, İncili Çavuş gibi en baş tiplemelerden biriydi ve Nasreddin Hoca, bu sıralamanın ancak sonlarında yer alırdı. Kurtuluş Savaşı öncesi, diğer kavimlerde olduğu gibi Türk kavminde de ulusal duyarlılık, mücadelenin lokomotifi oldu, kendimize ait değerler öne çıkarıldı. Özgüven açısından bu kaçınılmazdı. Dil, tarih ve kültür tezlerinin geliştirilmesi bu sürecin ürünüdür. Eylem -el yordamıyla- gülmece alanını da kapsadı. Böylece 1800'lerin son çeyreğinden itibaren bu toprağın çocuğu olmayan güldürü ögeleri popülerliğini yitirmeye başladı. 1900'lerin başında pek çok yabancı kökenli tipleme ancak üç beş fıkrasını koruyabildi. Nasreddin Hoca yerel ve özgürlükçü olması nedeniyle ön plana alındı,
Cuha ise 1200'lerden 1800'lere dek elde ettiği görkemli ününü tamamen yitirdi. Öyle ki günümüz insanının pek çoğu "Cuha" sözcüğünü ilk kez duyduğunu söyler durumdadır.
Peki öyleyse, Cuha kimdir ve bizim Nasreddin Hoca'yla ilgisi nedir?
Arap çizerlerin kaleminden bir Cuha tiplemesi.
*
Cuha, bir Arap kavmi güldürü tiplemesidir. Bizim Hoca Nasreddin'den yaklaşık 200 yıl önce tarih sahnesine çıkmıştır ve Hoca'ya ait olduğunu sandığımız fıkraların dörtte üçü ona aittir. Cuha'nın doğduğu ve bugün de aynı derecede önemini ve popülerliğini koruduğu ülkelerin bazılarının adı şöyledir: Özelde, Fas, Tunus, Cezayir, Mısır, Filistin, kuzey Suriye, Irak, Kuzey İran, Güney Anadolu, genelde Arap ülkeleri. Dikkat edilirse Cuha'nın yaşam şansı bulduğu toprakların bir kuşak üzerinde olduğu hemen göze çarpar; bu bir rastlantı mıdır?
Tarihsel olguları karşılaştırmalı incelersek rastlantı olmadığı ortaya çıkar.
Arap çizerlerin fıkralarından yola çıkarak ürettiği
sayısız Cuha bant karikatürlerine bir örnek.
Cuha yaklaşık 900'lü yılların son çeyreğinde ortaya çıkar, 1100'lü yıllarda sözü edilen topraklarda popülerleşir. Peki, o dönem Fas, Tunus, Cezayir, Mısır, Filistin, kuzey Suriye, Irak ve Kuzey İran'da hangi güçler egemendi? Buna konuya aşina hemen herkes "İsmaililer" yanıtını verir.
İsmaililer ile Cuha'nın ilişkisi şöyledir:
İsmaililer özellikle Karmatiler'den kopup Mısır'da Fatımi devletini kurduktan sonra misyonerlik çalışmalarına hız verdiler. Misyonerler, kurdukları el-Ezher Üniversitesi'nde, birkaç dil bilen üst düzey bilginler olarak yetiştiriliyor, İsmaili/Fatımi Halifesinin tam yetkisiyle donanımlı olarak hedef ülkelere derviş kılığında gönderiliyorlardı. Onlara HÜCCET denirdi.
*
Hüccet / Huca / Hoca nasıl Cuha oldu?
950'li yıllarda Batıni-Zahiri, başka deyişle Ehli Sünnet-İsmaili çatışması  Fas, Tunus, Cezayir, Mısır, Filistin, Kuzey Suriye, Irak ve Kuzey İran'da şiddetlenmişti. Taraflar birbirini yok etmek için mücadele veriyordu. İsmaili Hüccetler / Hocalar, akademik eğitimli entellektüeller olduğundan, yüzeysel bilgilere sahip Ehli Sünnet din adamlarını 'cahil' olarak niteliyorlardı. İsmaililer kavgada güldürü silahını kullanmaya karar verdiler ve rakipleri olan 'cahil' takımını temsil eden bir fıkra kahramanı yarattılar; adı da 'cahil insan' anlamına gelen Cuha oldu. Cuha, 'Kedi buysa et nerede?', 'Kazan doğurdu' ve 'Eşeğe mi inanıyorsun bana mı?' 'Karşı kaldırımda baklava götürüyorlar, bana ne?' gibi güçlü tekniğe sahip fıkralarla sahne alınca kısa sürede Ehli Sünnet bölgeler dahil tüm İslam ülkelerinde ünlendi.
Bölgede ve Anadolu Selçuklusunda Cuha, 1250'li yıllara dek bu adla yaşadı.
Bu yıllarda Moğol; Alamut, Bağdat ve Konya'yı baskı altına almıştı. Tehdit ölümcüldü, bölgenin yeni liderleri "teslim olursak Moğol bize dokunmaz" fikrini benimsemişti.
Bu politikayı Anadolu insanına benimsetme görevi de Mevlana'ya düşmüştü.
*
Hoca tiplemesi ise ancak 1260'lı yıllardan sonra özgünleşebildi.
Türk çizerlerden bir Hoca tiplemesi.
İsmaili Halifeliği ve son devleti olan Alamut da yıkılmak üzereydi, Cuha desteğini tamamen yitirmişti. Bunu fırsata dönüştüren Mevlana, Cuha'yı Şam'dan Anadolu'ya taşıdı ve Moğol istilasına karşı çıkan Ahiler ile Türkmenler'i vurmak için kullandı.
1300'lerin başında Türkmenler İsmaili Hüccetlerden yanaydılar, kendi kahramanlarının ters yüz edilerek aleyhlerine kullanılmasına razı gelmediler ve "Hoca" adını kullanarak karşı saldırıya geçtiler.
Anadolu Türkmen liderleri olan Hüccet'leri 1200'lerin başlarında Bağdat Halifesi Nasır Lidinillah atamıştı, bu nedenle onlar kendilerini "Nasır yanlısı", "Nasırcı" olarak kabul ediyorlardı. Görevlerinin yanına fıkra kahramanlığı da eklenince Anadolu Hüccetlerinin adı Hace Nasıreddin oldu.
*
Özgün bir tipleme olmadığından Hoca'nın fıkraları, başlarda Cuha fıkralarının aktarılmasından oluşuyordu. Moğol istilasına tepki olarak Anadolu topraklarında Türkmenler güçlendikçe özgün Hoca fıkraları da çıkmaya başladı. Bu fıkralar, Hoca'yı babacan, sözünü esirgemeyen, dürüst, sevecen kişilikle yansıttılar. Yine de üretilenler Cuha fıkralarının gölgesinde kalmaktan kurtulamadılar. Bu nedenle bize ait Hoca fıkrası sayısı, adapte edilen Cuha fıkrası sayısının dörtte biri seviyesinde kaldı.
Günümüzün Hoca fıkralarında görülen karakter uyuşmazlığı da bundan kaynaklanmaktadır.
*
Cuha ülkesine gönderildi, fıkraları Hoca dağarcığına aktarıldı.
1900'lerin başında artık Anadolu insanı uluslaşma sürecine girmişti ve bünyesindeki yabancı unsurları temizlemek niyetindeydi. Cuha da bu temizlikten nasibini aldı, topraklarımızdan sürülüp çıkarıldı. Mirası onca fıkra da Nasreddin Hoca hanesine yazıldı.
*
Örnek olması için, Nasreddin Hoca fıkrası sandığımız birkaç Cuha fıkrasının başlığını verelim:
• Et Buysa Kedi Nerde?
• Bana mı, Eşeğe mi İnanıyorsun?
• Şimdi Kuşa Benzedin.
• Karşı Kaldırımda Baklava Götürüyorlar, Bana Ne?
• Ye Kürküm Ye.
• O Sopayı Yeseydin Sen de Dört Ayaklı Olurdun.
*
Bir ayrıntı: Bizim Hoca'ya malolmuş Cuha fıkrası çoğunluktaysa da bizden Arap topraklarına gitmiş ve Cuha anlatısı olmuş fıkralar da vardır.
Bir başka ayrıntı da şudur: Hiçbir kavmin fıkra tiplemesi saf kan, yüzde yüz özgün değildir. Tümü, kültürlerarası iletişimle iç içe geçmişlerdir.
Bir düşünün, Temel fıkralarının kaçta kaçı özgün Karadeniz insanı üretimidir?
Hoca'yı da bu bağlamda değerlendirmekte yarar vardır.

'Bindiği Dalı Kesen Adam'dan İlk Kim Söz Eder?



Ünlü fıkralarından birinde Nasreddin Hoca bindiği dalı keser.
Oysa bu tema Hoca tarih sahnesine çıkmadan çok önceleri işlenmiştir.
Bu temadan ilk söz eden kişi Şirazlı Şeyh Sadi'dir.
Bölgenin aydını Sadi, adını anmadan Nasreddin Hoca'dan 'adamın biri' diye söz eder ve eserlerinde Hoca fıkrası diye bildiğimiz birkaç şakaya yer verir.
*
Biz şimdilik Şirazlı Şeyh Sadi'nin Bostan adlı eserinde yer alan ve Hoca fıkrasına altyapı hazırlayan 'Bindiği Dalı Kesen Adam' başlıklı kısa anlatısıyla ilgileniyoruz;  aktaralım:
"Adamın biri ucuna bindiği bir dalı kesiyordu. Bahçe sahibi bunu gördü. Gülerek dedi ki:
'Eğer bu adam kötülük ediyorsa, bana değil, kendine ediyor.'" (Sadi, Bostan, s 58, MEB, 1985)
*
Sadi hakkında bilgi verelim:
Sadi, gezip gördüğü ve duyduğu şeyleri yeniden kurgulayarak aktaran bir yazar. Yazdıkları için yarı belgesel demek yanlış olmaz. Yeni oluşturulmakta olan Hoca tiplemesinin anlaşılan o yıllarda ünü ülke çapında değilmiş; eğer duysaydı, Sadi öyküyü mutlaka Nasreddin Hoca adını anarak aktarırdı.
O bir İslam ahlakçısıdır. Eserlerini ders çıkarmalık kısa komik şiirsel öyküler şeklinde kaleme almıştır.
Belki 1184, belki de 1212 yılında Şiraz'da doğduğu söylenir. Dini eğitimine doğduğu kentte başlamış. Nizamiye Medresesi'nde ders görmüş. Yolculuğa düşkünmüş; 14 kez Hacca gittiği söylenir. Kent, kasaba, köy, hemen hepsini yaya dolaşmış, insanlarla sohbet ederek malzeme toplamış. Yazdıklarından, ömrünün son yıllarına doğru, 1240'ta Diyarbakır'a da uğradığını, burada tek oğullu, varlıklı ama cimri bir adamla sohbet ettiğini öğreniyoruz.
Metni sizlerle paylaşacağız. Çünkü aktarılan öykü, zaman içinde Nasreddin Hoca fıkrasına dönüşmüş durumdadır ve şöyledir:
"Diyarbakır'da bir ihtiyara misafir oldum. Büyük bir serveti, güzel yüzlü bir de oğlu vardı.
Bir gece anlattı:
'Ömrümde bundan başka evladım olmadı. Şu vadide ziyaret edilen bir ağaç vardır. Herkes hacet dilemek için oraya gider. Ben de nice geceler o ağacın dibinde Tanrı'ya yalvarıp yakardım. Nihayet bana bu oğlanı ihsan buyurdu.'
İşittim ki çocuk da arkadaşlarına yavaşça:
'Keşke şu ağacın nerede olduğunu bileydim de babamın ölmesi için dua edeydim!' diyordu." (Sadi, Gülistan, s 212, MEB, 1991)
*
İç içe açılan kurgusundan anlıyoruz, bindiği dalı kesen adam anlatısı aslında orta uzunlukta bir öykü. İnsanlar bu metni zaman içinde kısaltmışlar ve Nasreddin Hoca'ya mal etmişler. Artık ilk kimin kullandığının önemi yok, bindiği dalı kesen adam teması Hoca'nın malıdır.